Neresindeyim hayatın?

Evet. Merak ediyorum bazen hayatın neresinde olduğumu. Bu zamana kadar neler yaptığımı, yapabileceğimi, sınırlarımı öğrenmek istiyorum.

Ergenlik iyi bir şey mi? Biraz iyi biraz kötü gibi, en çok canımı yakan Weabooluk olurken, artık konuşacak birilerinin olması benim hoşuma gider oldu. Ayrıca bir kitapta okumuştum, bir insanın yaratıcılığının en fazla olduğu dönem ergenlikmiş. O zaman lanetli bir büyü gibi bu ergenlik, zamanla geçecek bu huylarım biliyorum ama yaratıcılığımdan, hayalgücümden bir şey kaybetmek istemiyorum açıkçası. Çünkü o beni Dünya’ya bağlayan tek şey.

Olgunlaşmak ama aynı zamanda çok fazla şey bilmek istiyorum, kendi istediğim alanda gelişmek ve herkese yardımcı olmak. Evet ergenim, şu anda bu yazıları belki de dikkat çekmek için yazıyorum ama ağlayan palyaço gibi halim. Ne kadar becerikli olarak gözüksem de hiç bir şeyi beceremeyen asosyal ergenin biriyim.

Gelişmek mi? Hah! Daha bana uğramayan ve ömrümün sonuna kadar da yanıma yaklaşmayacak bir şey sanırım. Evet! Kimisi kostüm diker, kimisi manga yapar, kimisi arkadaşları için canını verir. Peki ya ben? Çizebildiğim kafa olmayan bir kafa, dikiş desen tutamam, gerçek hayatı da bilmiyorum. Ne yapacağım hakkında en ufak fikrim bir bile yok. Ne yapabilirim? Nereye gidebilirim? Biliyorum ki bana yardımcı olabilecek kimse yok, bu yollardan kendim geçeceğim. Kim ne kadar zarar verirse versin.

Weaboo olmak istemiyorum ama kararım kesin; DANNY! BENİ BEKLE!!

Biterken Çalıyordu: 

 

Project Zha #1: Günaydın…

Demonai’de yine güzel bir gündü. Ay dede yavaş yavaş gökyüzünü Güneş anaya emanet ediyor, kuşlar da güzel müzikleriyle Demonai’yi kutsuyorlardı.

Demonai, normal Dünya’ya göre çok daha ütopik ve destansı bir dünyaydı. Öncelikle bu dünyada deniz yoktu! Adalar havada duruyordu. Adaların havada durmasını ve bir arada kalmasını “İlahi Geçmiş” adı verilen ve gezegenin en ortasında yer alan bir kara delik sağlıyordu.

İlahi Geçmiş hakkında çok fazla rivayet mevcut ancak en çok kabul edilen görüş, kara deliğin Karanlık Tanrısı Darius tarafından oluşturulduğu ve gücünün ondan geldiğiydi.

Loriah adlı bir ülkenin, Blizzhax denilen bir adasında, küçük bir ovasının tam ortasında küçük bir kasaba vardı. Bu kasabanın adına ihtiyacı yoktu, çünkü yaşayanlar daha önce bu konuya hiç kafa yorma gereksinimini duymamışlardı. Ve o kasabanın iki katlı küçük bir kulübesinin, bir odasında bir erkek adeta yorganlarla sevişirmişcesine yatıyordu.

Genç ince, esmer, mavi saçlıydı. Normal bir insandan en fazla bir kafa boyu uzundu. Ve tatlı uykusundan, tatlı ama cırtlak bir kız sesiyle uyandırılıverildi:
“Takeru!! Onbeşinci yaş günün. Bugün ayin yapılacak ve sen hâlâ uyuyormusun? Kalk çabuk!”

Bunu söyleyen çocukluk arkadaşı Mio’dan başka kimse değildi. Mio ise Takeru’dan bir kafa boyu kısa, açık tenli, mavi gözlü, ince bir kızdı. O kadar tatlı bir suratı vardı ki, annesi sürekli “Ay Dede senin yüzünü çok kıskanıyor bir tanem. Senin yüzün ondan daha çok parlıyor” derdi.

Mio, Takeru’yu dürmekten bıktı ve en sonunda Takeru’nun altında olan battaniyeyi çekti. Takeru normal bir akrobattan beklenmeyecek derecede kıvrak bir şekilde döndü ancak acemi bir kediden bile beklenmeyecek kadar sağlam bir şekilde boyun üstü yere yapıştı. Kırmızı gözleri her şeyi açıklıyordu, daha uykusunu alamamıştı. Başını Mio’ya yavaşça çevirerek akşamdan kalma ayyaşlar gibi “Ne var” diye sorunca Mio’da kayışlar koptu:

“Ne mi var? Bugün ikimizin de onbeşinci yaş günü. Bu gün tanrılar bize silahlarını bahşedecekler ve sen hala uyuyorsun he? Tebrikler! Kalk bakalım haydi!”

Takeru sallanarak kalktı ve Mio kapıyı açarak dışarı çıktı. Ve hızlıca kapattı. Kapanın kapanışı o kadar hızlıydı ki Takeru’yu bile kendine getirmeye yetti.

Aynı anda başka kişiler de onbeş yaşına girmeye hazırlanıyordu. Bunlardan biri de Kagemi adında bir gençti. Siyah kısa saçlı, üzerinde ışıldayan bir zırh olan bir kişiydi. Başına kaldırıp gökyüzüne baktı ve “Artık zamanı geldi” deyip yürümeye devam etti.

Aynı zaman da Zia diye başka bir kız da onbeş yaşını bekliyordu. Zia ise pembe saçlı bir kızdı. Izbe, loş, pis kokan bir hapishane de bekliyordu onbeş yaşını. Tanrılara yalvardı: “Tanrılar. Eğer beni duyuyorsanız size yalvarıyorum. Sadece buradan çıkmak istiyorum, o kadar”. Ve bir köşeye sinmeye devam etti.

Evin alt katında Mio sabırsızlıkla salonun ortasında volta atıyordu. En sonunda çıkan yavaş adım seslerinden Takeru’nun geldiği her halden anlaşılıyordu. Takeru her zaman giyindiği gibi giyinmişti bu gün de, siyah sadece göğsüne kadar uzanan bir uzun kollu ceket, satı bir tişört, altına yeşil bol bir pantolon. Takeru her zaman bunlarla daha rahat hissettiğini söylerdi.

Mio ise daha şirin giyinirdi her zaman. Bu sefer mor bir bluz altına sarı bir etek giymiş bunu da yeşil bir çorapla destekleyerek iyice bir renk yumağına dönmüştü. Takeru Mio’nun bu görüntüsünü: “O nasıl renkler gözüm kamaştı hayvan!” diyerek sorunca Mio daha fazla dayanamadı ve Takeru’nun kafasına okkalı bir yumruk salladı. “Kızlara hayvan denilmez yürüyen kalas” diyerek yemek masasının başına oturdu.

Takeru’nun annesi çok nazik bir insandı. Kahverengi kısa saçları büyük spiraller çizerek boynuna ulaşıyordu. Suratında çok fazla gözenek vardı. Takeru küçüklüğünde bu yüzden annesine hep “Anne, senin yüzünü solucanlar mı yedi?” diye sormayı ihmal etmezdi.

Sofra hazırdı. Annesi bu güne özel sofrayı donatmıştı. Bir tek kuş sütü eksikti ki onu da dün Takeru bitirmişti (gülüşmeler). Takeru hızlıca ağzını doldururken, Mio daha naif bir şekilde yemeğini yiyordu. Aslında Mio her şeyiyle naif bir kızdı ama şartlar ve Takru onun değişmesine sebep olmuştu.

– “Azıcık yavaş ye öküz! Akşama daha çok var.” deyince Mio, Takeru’da durmadan cevap verdi

– “Sen beni boyun üstü yere yapıştırırken iyiydi ama”.
– “Sadece seninle biraz dolaşmak istedim hepsi bu kadar.”
– “Sanki her zaman yapmadığımız şey manyak!”

Takeru’nun annesi tartışmaları (!) sürekli gülerek seyrederdi. Gülümsetirdi çünkü. En küçük sebepten bile tartışma çıkartıp kavga eden ancak bir birine bu kadar bağlı bir arkadaşlık zor bulunur diye düşünürdü kasaba halkı.

En sonunda dışarı çıkıp biraz yürümeye karar verdiler. Her zaman yaptıkları şeylerden biriydi aslında bu. Yemyeşil ova içinde koştururlardı bütün gün. Belki de bu yeşil ova olmasaydı arkadaşlıkları bu kadar sıkı olamazdı. Çünkü kasaba da başka yaşıt ve anlaşabilinecek kimse yoktu birbirlerinden başka.

Ve ayin akşamı geldi çattı. 9 tanrının çoğu yerde tek tapınağı vardı ancak Demonai’nin tam merkezinde İnanç Tepesi denilen bir dağın tepelerinde 9 tanrı için birer tapınak vardı ve her silah sahibi kişinin kendi tanrısının tapınağına gitmesi bir kereliğine şarttı.

Tapınak normal kilise tarzı bir yerdi. Herkes nefesini tutmuş o anı bekliyordu. Takeru ve Mio’yu hangi tanrılar seçecek, onlara ne silah bahşedeceklerdi acaba?

Ve zaman yaklaşıyordu. 3… 2… 1…

İkisini de beyaz bir ışık huzmesi kapladı. Bu dışardan bakanların görebilecekleriydi. Ancak ayin esnasında Takeru ve Mio’nun gördükleri bambaşka şeylerdi.

Mio buz mavisi bir odanın içindeydi. Gözlerini açtığı andan itibaren bir oraya bir buraya bakıyordu. Sonunda bir kadın geldi. O da buz mavisi bir zırh giymişti. Bu Buz tanrısı Lorelei di. Çok güven verici bir ses tonuyla “Al bakalım Mio, bu senin silahın” dedi. Ve Mio gerçek dünyaya döndü. Gözlerini açtığında ellerinde iki adet kılıç vardı. Metalleri güneş gibi parlıyordu ve mavi ışıklar saçıyorlardı. Çünkü -Buz tanrısı- tarafından gönderilen güçle kutsanıyordu. Aslında bu iyi bir şeydi çünkü savaşa girmeden çıkan renklere bakarak hangi tanrının kişiyi seçtiği rahatlıkla anlaşılabiliyordu.

Aynı anda Takeru’da ateş kızılı bir odadaydı. Mio’nun tersine gözlerini açar açmaz tanrısını beklemeye koyulmuştu. Kıpkırmızı bir zırhın içinde kapşonu yüzünden yüzü belli olmayan bir adam geliyordu. Yere o kadar sert basıyordu ki Takeru dengesini zar zor sağlıyordu. Adam geldi, bu Ateş Tanrısı Dorenrius’tu. Ve Takeru’ya baktı. Bir süre bakıştılar ve Dorenrius çok boğuk ancak sert bir ses tonuyla “Sen!” dedi ve Takeru’yu işaret etti. “Sana ancak bir kişiye verdiğim bir silahı armağan edeceğim. Sen benim müridimsin ve eğer benim yolumdan çıkarsan bu silahlar seni cayır cayır yakacak! Söyle bakalım buna hazırmısın!” dediğinde Takeru hiç duraksamadan “Evet!” diye bağırdı “Ne yollarsan yolla ona hazırım!” dedi. “Tamam o zaman. Kararlı insanları severim” dedi ve Takeru’da normal dünyaya döndü. Ellerinde bir çift beyaz eldiven tutuyordu. Kırmızı alevler saçıyor ve Dorenrius tarafından gönderilen büyüyle kutsanıyordu.

Rahip Takeru’nun eldivenlerine bir süre baktı ve heyecanla bağırdı: “DORENRIUS TAKERU’YA İLAHİ EL’İ GÖNDERMİŞ!”. Tapınaktaki herkes heyecanla birbirine baktı ve uğuldamalar başladı.

İlahi el hakkında Demonai Ansiklopedisi şöyle yazar:

“İlahi el, her tanrının sadece bir kere bir kişiye verdiği özel bir silahtır. Bu silah kişiye ait olduğu elementi dilediği gibi kullanma yeteneği verir ve kişinin aynı elementten alacağı zarara karşı bağışıklık kazandırır. Ayrıca bir dedikodudur, gerçek midir bilinmez ancak 9 tanrının 9 ilahi eli bir araya getirildiğinde Zha Kristali’nin yerini gösterdiğine inanılır.”

Aynı anda Kagemi’de tanrısı kahverengi bir oda da bekliyordu. Kahverengi suratı olan bir adam geldi. Vücudu çatlamıştı. Ve sadece bakıştılar. Bu Toprak Tanrısı Harekoiydi. “Sen benimsin” dedi ve gitti. Kagemi gerçek dünyaya döndü. Ve toprağın üstünde iki tane tabanca buldu. Kagemi onlara bakarak “Normal de hiç benim tarzım değil ama tanrılar bana bunu uygun görmiş demek ki” dedi ve yürümeye devam etti.

Ayrıca Zia’da yeşil bir odadaydı. Tanrısı havadan uçarak geldi. Besbelli bir periydi. Kelebek kanatları bembeyaz ve şeffaf, zırhı göz kamaştıracak derecede pembeydi. Aslında zırh ta yoktu ya (aklınıza olabilecek en açık kadını getirin). Çok ama çok yumuşak bir ses tonuyla “Al bakalım bu senin silahın” deyip Zia’yı normal dünya ya yolladı. Ve bir patlama sesi. Zia duvarı yıkıp kaçmıştı. Elinde pembe renkli bir tırpan vardı. Rüzgar tanrısı Lalari tarafından gönderilmişti.

Bütün tapınaktaki kasaba halkı yavaş yavaş çıkarken Takeru’da yavaş yavaş yürüyordu. Dalgındı çünkü silahını daha yeni almıştı ve onunla neler yapabileceği konusunda en ufak fikri bile yoktu. “Takeru!” diye bir bağırma sesi geldi. Annesi Takeru’yu çağırıyordu. Zamanı gelmişti artık.

“Efendim anne?” diye gitti Takeru annesinin yanına. “Takeru baban hakkında bildiğin her şeyi unut. Sana gerçeği söyleyeceğim. Baban Zha Kristali’ni araştırmaya giden bir maceracı Takeru!”. “Efendim!?” diye değişik bir tepki verdi ve bildiği herşey adeta bir mikser ile karıştırılmış gibi allak bullak oldu. “Ben yatmaya gidiyorum!” dedi ve evine geri döndü. O arada hemen yakınlarında hızlı ayakların sesleri duyuldu. Mio gizlice Takeru ve annesinin konuştuklarını duymuştu.

Kasaba’da gece olmuştu. Bir kapı açıldı sessizce ve ardından kapandı. Takeru çıkmıştı ve sırtında dolu bir çanta vardı. “Takeru?” diye sessizce biri fısıldamıştı. “Kimsin sen?” diye tedirginlikle etrafına bakındı. “Benim aptal” dedi birisi. Gelen Mio’ydu. Onunda sırtında dolu bir çanta vardı. “Hayırdır Takeru nereye böyle?” diye sordu Mio.

Takeru biraz gözlerini kaçırarak “Babamı ve Zha Kristali’ni bulmaya” dedi.

– “Kristali ne için istiyorsun?”
– “Bilmiyorum sadece istiyorum. Macera olsun. Ayrıca babamı da bulabilirim belki. Sen neden çıktın? Nereye gidiyorsun?”
– “Sana göz kulak olmaya.”
– “Ne? Nereden biliyorsun?”
– “Gizlice sizi dinledim diyelim. 15 senelik arkadaşım ve dostumsun. Bütün zamanımı seninle geçirdim. Seni iyi tanıyorum Takeru. Seni engellemeyeceğim ancak tek başına yapamayacağını bildiğimden yanında duracağım.”
– “Ben bebek değilim!”
-“Hayır öylesin”

Ve böyle konuşarak Blizzhax’ın derinliklerine doğru yürüdüler.

Sabah Takeru’nun annesi Mio’nun annesinin kapısını aceleyle çaldı. Mio’nun annesi kapıyı açtı.

Takeru’nun annesi: “Takeru gitmiş Mio nerede?”
“Sanırım o da Takeru ile gitti”
“Tahmin etmeliydik”

ve Takeru’nun annesi gökyüzüne baktı ve şunları dedi: “Takeru, babasına çok benziyor yahu…”

 

K-On!! (Bir fanboyun elinden inceleme gibi)

Evet efendim bugün size en sevdiğim anime olan K-On!!‘u incelemek istedim. Elimde figürünü, küpesini bulundurduğum ve ikisini de her gördüğümde heyecandan başım döndüğü için lütfen objektif bir inceleme beklemeyin benden.

K-On!!u (Kötü espiriydi vurmayın tamam!)
:
Yui Hirasawa adlı bir kız yeni liseye geçmiştir ve sürekli olarak geçmişte hiç bir şey yapmadan evde oturduğunu ve liseye geçtiği için bir şeyler yapması gerektiğini hisseder (böyle kişilere NEET deniliyor).

Aynı zamanda Mio Akiyama ve Ritsu Tainaka (asq <3) adında iki öğrenci de Hafif Müzik kulübüne katılmak için başvuru yapmaya gider (Tabii Mio biraz da Ritsu’nun zoruyla gitmiştir.) Ancak bir sorun vardır; kulüp tüm üyelerini geçen sene mezun ettiği için 1 ay içinde en az 4 üyeye sahip olmazsa kapanacaktır.

Ritsu bunu öğretmenleri Sawa-chan ile konuşurken Yui’nin bu konuşmaya denk gelmesi ve hafif müzik kulübünü merak etmesi ile Yui kulübe başvuru yapmayı düşünür.

Ritsu ile Mio yeni üye beklerken şanslarına Mugi gelir (biraz minik bir polemikle). Ancak üye sayısı hala yeterli değildir. Ve son anda Yui hızır gibi yetişir. Biraz olaylar olur ama Yui’de sonunda gruba katılır. Ancak bir problem vardır; Yui’nin ne nota ne de enstrüman bilgisi vardır.

Diyorum ki:
Anime tam bir şirinlilik küpü! Hikaye namına hiç bir şey barındırmıyor ancak bir şekilde seyirciyi kendisine bağlıyor. Arada kaynayan hızlı mimikler ve esprilere hiç girmiyorum bile. Ancak çizimler öyle çoğu kişiyi tatmin edecek tarzda değil o bir gerçek.

Peki müzikleri? Müzik animesi olduğu için tapılacak derece de güzel müzikleri var efendim.

Ekstra bilgi kaynağı:
Şimdi ilk önce bu animenin üçüncü sezonu gelecek mi diye bir soru; K-On!! yon-koma yani dört panellik bir mangadan çevrildi ve 2011 Mart ayında 3. ve 4. ciltleri çıktı. İkinci sezonun sonunda buruk bir “Bitti” yazması bizi hayal kırıklığına uğrattıysa da K-On!!’un popisini düşünecek olursak muhakkak yeni sezon çıkaracaklardır. Ayrıca internete de şöyle bir afiş buldum LOL!:


Kısa kes:
Türü: 
Müzik/Slice of Life/Iyashikei
Stüdyo: KyoAni (Kyoto Animation)
Bölüm Sayısı: 1. Sezon: 12+1 bölüm + 4 Mini OVA + 1 OVA
2. Sezon: 24 bölüm

Project Zha #0: Prolog

“Demonai… Tam 10 tanrının bir araya getirdiği efsanevi bir dünya. Ateş, su, toprak, hava, buz, yıldırım, ışık, zehir, ses ve karanlık…

Karanlık tanrısı Dorius harici 9 tanrı her 15 yaşına basmış genç erkek ve kızı kendilerine göre seçer ve onları kendi elementlerinin büyüsüyle kutsanmış birer silahla mükafatlandırırdı.

Ateş Tanrısı Dorenrius artık dayanamadı ve Dorius’a neden kimseye silah vermediğini sordu. Dedi ki: “Dorius! Söyler misin, neden kendin zahmet etmiyorsun ve kimseye silah vermiyorsun.” deyince Dorius:

“Benim güçlerim sizin ki kadar basit değil. Ben bu dünya yaratıldığından tibaren bir varis seçerim ve Demonai’ye o hükmeder. Sizin değersiz güçlerinin o zaman benim altımda birer böcek gibi ezilecek.”

Ve diğer 9 tanrının bu söz karşısında tepesi attı ve Zha Savaşı denilen bir savaş oldu. Tüm tanrılar kendi müritleriyle beraber büyük bir savaş içine girdiler. Sonuç çok kanlıydı ve daha tamamı bitmemişti.

Bir çarpışma sonucu bütün tanrılar bir araya geldi ve kristalizeleşti. Yeşil zümrüt renginde bir kristal ortaya çıktı. Ve o kristalin Demonai’ye inmesi çok büyük bir felaket yarattı.

Demonai’nin tüm biyolojik ve coğrafik dengesi bozuldu. Ve Demonai üzerinde sadece 1000 insan hayatta kaldı. Onlar da silahlarını kullanmak istemeyenlerdi.

Bir rivayet Zha Kristali’ni ele geçiren kişinin tanrıların gücünü elde edeceğine ve her türlü büyüyü kullanma ve her türlü silahı çıkartabilme gücüne sahip olduğu anlatılır nesilden nesile.

Ve Zha Savaşından 5000 yıl sonra sayısız maceracı Demonai’de Zha Kristalini aramaya koyuldu. Daha çok yol var…”

Loriahlı araştırmayı Prayrezn Horilus’un Demonai Ansiklopedisindeki Zha Kristali maddesinden alınmıştır.

Herkes gibi olmamak

Edebiyat hocamın bizim gibiler için söylediği bir söz ile başlamak istiyorum söze:

Biz meydana gelmişlerdeniz. O yüzden meydandakilerden değil, dışarıdakilerden olmayı seçtik. Herkesin laflarını değil, kendi cümlelerimizi kurmaya geldik. O yüzden herkes konuşur, biz ölümsüzleşiriz. Biz gerçeklerimizi bulmaya gelmişlerdeniz. O yüzden gerçeklerimize âşık olmaya geldik. Herkes ses yığını olabilir, biz sessizliğe ses olmaya geldik.

Farklı olmak… Gerçekten çok güzel, çok acayip bir duygudur farklı olmak. Farklı düşünmek, farklı davranmak, farklı hissetmek…

Zaten insanın doğası bu. Şu anda bulunduğumuz durumda herkes bir şekilde birşeyler düşünmeye zorlanıyor. Deniyor ki: “Müslümanlar kardeşindir, diğer dindekiler kafir. Büyüklerin senden daha iyi düşünür. Senin bir şey düşünmene gerek yok. Sadece para kazanmak önemlidir bu hayatta. Gerisinin bir önemi yok.” gibi bir sürü şeyler.

Karanlıktayız şu anda biliyormusunuz? Ama uzay karanlığı. Yine tek tük yıldızlar var ama adına “halk” denilen bir karadelik bunları teker teker yutmaya çalışıyor. Arada yutulmamayı becerenler oluyor ve bunlar kendi toplumlarını yaratıyorlar.

Sıradan insanlar doğar, büyür ve ölürler ancak farklı insan öyle değildir. Farklı insan doğduğundan beri sürekli olarak bir şeyler düşünür. Yaratıcı olmaya çalışır. Halk onu daima dışlar ve hor görür. O farklıdır çünkü. Koyun psikolojisi veya örümcek beyinliler. Ne demek isterseniz deyin seçim sizin ancak ben bunlardan bıktım.

Artık bir yere kadar kendimi halktan soyutladım. En azından kendimi yetiştirip insanlara fikirlerimi benimsetene kadar.

O yüzden şu kadar diyorum sadece; yaşayıp ölmeyeceğim. Benim ardımdan benliklerim yaşayacak. Maddi olarak gitsem bile düşüncelerim ve anılarım birileri sayesinde İsrafil boruyu öttürene kadar kalacağım bir şekilde. Unutmayın ki yaşamak sadece insanın maddi olarak kalması değildir. Eğer bir insanın adı o öldükten sonra adı anılmaya devam ediyorsa o insan yaşamaya devam eder.

O yüzden söz veriyorum. Namusuma veya insanlığıma değil; kendime söz veriyorum. Ben ölmeyeceğim. Ölümsüz olarak bu Dünya’da kalmaya devam edeceğim!

Türklerin Japonlar hakkında doğru bildiği yanlışlar.

Efendim bu yazımın asıl amacı Türklerin Japonlar hakkında yanlış bildikleri şeylerin doğrularını söylemek. Şöyle ki; 80’li yıllarda Türk televizyonlarına giriş yaptıktan sonra ilk defa Türk halkı Japon Kültüryle tanıştı ancak çok yanlış tanıdı. Şu anda o yanlışları ve doğrularını söylüyorum:

 

  • Geyşalar hayat kadını değildir.
  • Japon mutfağı sadece sushi ve pirinçten oluşmaz
  • Japonların hepsinin adı Takashi değildir (Takashi Kitano’ya selamlar)
  • Japonların hepsi karete bilmez
  • Japonlar insan gibi konuşurlar. Gördükleri herkese “Huaaaaaaa!” diye dalmazlar.
  • Japonlar bütün gün gitmek istedikleri yerlere uçan tekme atarak gitmez.
  • Sushi iğrenç bir yemek değildir. Aksine çok güzeldir.
  • Hashiler (yemek çubukları) ile pekâlâ ki yemek yenilebilir.
  • Çekik gözlülerin hepsi Japon veya Çinli değildir. Koreli veya Vietnamlı olabilir.
  • JAPONYA’DA CENİN YENMEZ! Az çocuk bakanlığı bile var nüfus hızla yaşlandığı için.
  • Japonca, “Mataramasuko”dan ibaret değildir.
  • Günümüzde bırakın samurayı, o döneme ait katana bile kalmamıştır.
  • Japonlar da insandır.
  • Kung-fu, Japonya’ya ait bir dövüş sanatı değildir.
  • Japon çizgi filmi yoktur. Anime vardır.
  • Samuraylar “Hakkari” yapmazlar. Harakiri yaparlar.

Biterken Çalıyordu:

Project Zha hakkında

Yoooohooo! Nasılsınız pıtırcıklarım!? Beni sorarsanız sınavların yoğunlaştığı şu dönemde canıma susadım efenim. Taslaklara bakarsanız benim Project Zha adında bir projem vardı efendim.

Evet şimdi yazıyı okuyup hafızacığınızı tazelediyseniz haberi veriyorum; Project Zha’nın RP forumunu açıyoruz!

RP ne diye soracak olursanız o biraz uzun iş o yüzden daha sonra anlatırım. Ancak biliyorsanız diyebilirim ki gerçekten olağanüstü detaylı bir şey yapmayı planlıyoruz.

İlk başta bir Facebook grubuydu ama forum açmaya karar verdik ve muhtemelen bu Temmuz başı gibi keyifli keyifli RP yapmaya başlayabiliriz.

Forumun sistemini, ayarlamalarını Serhat Temel adında bir kardeşim yapıyor (Shirokuro‘daki Kagiru ahan da bu) ben de kurgu ve sistem tasarımını yapıyor olacağım (biraz da grafik).

Neyse canlarım sizin kadar biz de heyecanlıyız şimdiden karakterlerini hazırlayanlar var onları yarı yolda bırakamayız o yüzden sınavlar bittikten sonra tam gaz giriyorum!

Sistem, kurgu gibi herşey hakkında bilgiyi burada bulabileceksiniz.

Evet canlarım havadisler şimdilik bu kadar. Sizi bütün gelişmeler hakkında bilgilendireceğim merak etmeyin 😉 .

Biterken Çalıyordu:
Birden bire anasının örekesi gibi bastıran yağmur ve dolu sesi

Taşındık!!!

Aaa söylemeyi unutmuşum. Biz taşındık efendim. Site olduk artık kendi alanımıza girdik. Güzel bir tema bulup onu da çaktık.

Yeni bloguma buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz anacım hadi öptüm baaaay ❤

Suika de sakende

Bilmiyorum bu sıralar Slice of Life tarzı fikirler çok çıkıyor ki normalde hiç gelmezdi aklıma böyle şeyler. Neyse aktarıyorum:

“Kuzey Ozekai Lisesi’nde Mai Karanai adında bir öğrenci okumaktadır ve en yakın arkadaşı Wada Suitengai’a hayatın sıkıcılığından ve Dünya’yı daha eğlenceli bir yere getireceğinden bahsetmektedir. Wada artık Mai’nin bu hallerine alıştığı için sadece susmakla yetinir.

Yeni başladıktan sonra Mai artık kararını vermiştir; Dünya’yı daha ilginç ve daha çekici bir yer yapacaktır. Bunun için okulda “Screaming Watermelons” adında bir grup kurar ve 5 kişi de bu gruba katılır (tabii daha olaylar olacak burada).

Ve sonunda SWa (kendilerine böyle diyorlar) ekibi Dünya’yı daha eğlenceli bir yer haline getirmek adına kendi çaplarında küçük ve eğlenceli girişimlerde bulunurlar.”

Evet şaşırdım ben de çünkü Shirokuro ve Suika de sakende benim en son taslaklarım ve ikisi de Slice of Life tarzı. Umarım devamı gelir bunların benim için anlamı büyük.

Not: Dolaylı olarak fikir çıkartmama yardımcı olduğu için Göksu’ya teşekkür ederim

Gün doğarken ardından tepelerin…

O lan o kadar rahatım ki artık! O rahatlamaya çalıştığım an sanki her şey daha parlak gözükmeye başladı gözüme. Kendimi sakinleştirmeye başladım. O zaman şunu anladım; ben ruhuma erişip duygularımı istediğim gibi değiştirebiliyorum!

Eskiden her şeyde karamsardım, depresyonluydum (pek depresyonlu denemez ama)… Şimdi kendimden daha eminim! Neler yapabileceğimi, nelere gücümün yeteceğini daha iyi biliyorum o yüzden diyorum ki: JAPONYA BENİ BEKLE AMINA KOYACAĞIM SENİN!!

Peki neye borçluyum bu halimi? İnanın ben de bilmiyorum. Ama şu müzik beni biraz rahatlattı:

Deneyin gerçekten çok iyi oluyor. Eğer eski Digimon kuşağındansanız zaten müziğin normal halinde duygulanırsınız. Üzüntülü olduğunuz an bu müziği açıp gözlerinizi kapatın ve ruhunuza odaklanın. Sanki tüm üzüntüleriniz, sıkıntılarınız bir anda gidiyor gibi. Ben denedim %100 çalışıyor.

Neyse yahu Sworn fazla yazdı ben de biraz eksik hissettim kendimi o yüzden yazayım dedim. O da ilk iki yazısını burada yazdı yakında blog açıyor. Bloğunu açtığı anda burada duyuracağım.

Müsaadenizle kaçıyorum ben öptüm canlarım ❤

Biterken çalıyordu: